Dünya siyaseti bir yol ayrımına giriyor. Almanya’nın geçtiǧimiz Pazar günü federal meclisin yeni kompozisyonunu ve yeni hükümeti belirlemek üzere gerçekleştirdiǧi seçimlerden sonra, artık dünyanın hızla evrilen siyaset sahnesinde post-merkel duruşunu belirlemesi bekleniyor.
Fransa ise 1 Ocak 2022 den itibaren Avrupa Konseyi dönem başkanlıǧıı üstlenecek ve beklenen o ki, Almanya’dan, ABD’den daha baǧımsız bir ortak dış siyaset ve savunma politikası geliştirebilmek için yardım bekleyecek.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin Orta ve Yakın Doǧu kriz bölgelerinden çekilmesi – o krizlere büyük ölçüde kendisinin de sebep olduǧunu burada söylemek gerekir – ve artık gelecekte Çin’e ve onun Pasifik sularında artan askeri stratejik etkisi ve dünya çapında yükselmeye devam eden ekonomik gücüne karşılık vermeye ve set çekmeǧe yönelmesi ve NATO’yu da buna koşullandırmaya çalışmasına Alman dış politikası nasıl bir cevap verecek?
Sonra Alman dış siyasetinin ikinci „baş belası“ Rusya: Rusya’dan Baltık Denizi üzerinden Almanya’ya ve oradan da Avrupa’ya doǧal gaz taşıyacak olan Nord Stream-2 hattı nihayet tamamlandı. Ama faaliyete geçebilecek mi? Çünkü bir koalisyon hükümetinin şu an olmazsa olmaz bir parçası olacak olan Birlik 90/Yeşiller Partisi bu boru hattına sırf çevreyi koruma açısından şiddetle karşı çıkmıyorlar, aynı zamanda Rusya’nın insan hakları karnesinden de memnun deǧiller. Hatta Yeşller’in iki ünlüsü, Rebecca Harms ve Marie Luise Beck’in Rusya’ya giriş yasaǧı bile var. Avrupa Parlamentosu Yeşiller milletvekili Reinhard Bütikofer’e göre, Nord Stream-2 bir „yatırım harabesi“ne dönüşebilir. Yeşiller, kurulabilcek koalisyonların iki kilit partisinden biri. Yeni hükümet Nord Stream-2’nin önündeki engelleri aşma iradesini sahip olacak mı?
Amma ve lâkin federal seçimlerle eşzamanlı olarak, bir seçim de Nord Stream-2’nin Avrupa ucunun çıktıǧı Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde gerçekleşti ve bu seçimde boru hattını var gücüyle destekleyen SPD’li Manuela Schwesig eyalet başkanı seçildi! Buyrunuz, bir de buradan yakınız! Șimdi ne olacak? SPD, federal seçimlerde en fazla oy alan parti ve dolayısıyla büyük bir olasılıkla liberaller ve Yeşiller’le birlikte kurulma ihtimali yüksel olan bir „trafik lambası“ koalisyonunun büyük ortaǧı olacak!
Rusya baǧlamına bunun bir de Ukrayna, Kırım ve Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in talimatıyla zehirlendiǧi iddia edilen muhalif Alexej Navalny var.
Son aylarda ülkesine gelen Suriye’li, Afgan vs. kaçkınları Polonya ve Litvanya sınırları üzerinden AB’ne süren Beyazrusya’yı da yeni hükümeti bekleyen krizler arasında sayabiliriz.
Paris Anlaşması’nın içerdiǧi iklim sıcaklıǧını düşürme veya sınırlandırma hedeflerine nasıl ulaşılacak sorusu da aynı şekilde uluslararası düzeyde birlikte çözüm aranmasını gerektiriyor. Kriz yaratmaya gebe bir çok nokta dah ekleyerek listeyi uzatmak mümkün. Ama genel konum kabataslak böyle. Bu durumda Avrupa’nın tam ortasında bir güç boşluǧu yıkıcı olabilir. Yani durum âcil. Dünyanın, aynı 2017’de olduǧu gibi, Almanya’da partilerin aylar süren koalisyon görüşmelerine tahammülü olmayabilir.
Ufak bir parti tarihçesi
Ama deǧişen sadece uluslarası denklemler deǧil. Almanya’nın içinde de siyasal denklemler deǧişti. Durum geçen onyıllara kıyasla daha farklı.
Alman parti yelpazesi genişledi ve çeşitlendi. Aynı zamanda eski kitle „halk partileri“ („Volkpartei“) eski azametlerini yitirdiler. Aralarındaki ideolojik fark neredeyse kayboldu. Parti programları ve uyguladıkları siyaset benzeşti. Oy seviyeleri de, özellikle son seçimlerde, neredeyse eşitlendi. Artık bir Willy Brandt’ın SPD’si, bir Helmut Kohl’ün CDU’su yok.
Federal Almanya siyaseti II. Dünya Savaşı sonrası ikiye bölünen Almanya’nın batısında iki büyük kitle partisi tarafından belirlendi:1945’te kurulmuş olan Hristiyan Demokrat Birliǧi CDU ve daha derin bir tarihi olan (kuruluşu 1863lere dayanır) Almanya Sosyaldemokrat Partisi SPD Almanya siyasal düzeninin demirbaş partileri olmuştur.
Liberaller – FDP
Bir de 1948 de kurulmuş olan liberal parti FDP vardır ve iki dev partinin her biriyle günümüze kadar şartlara göre hükümet koalisyonlarının küçük ortaǧı da olmuştur – son olarak Angela Merkel’in (CDU) ikinci iktidar dönemine tekabül eden 2009 – 2013 arası. Hatırlarsınız, o dönemin dışişleri bakanı 2016’da vefat etmiş olan FDP’li Guido Westerwell idi. FDP’nin dışişleri bakanlıǧını üstlenmesi neredeyse gelenek haline gelmişti sanki. İki Almanya’nın birleştiǧi vakit dışişleri bakanı FDP’li merhum Hans- Dietrich Genscher idi.
Aşaǧıda liberal olarak tarif edilen FDP konusunda ayrıntıya girmiyorum. Ama şu kadarını özetleyeyim: FDP’nin siyasi liberal özelliǧi zamanla arka plana itilirken, ekonomi liberalizmi ve pazar ekonomisi çok daha aǧır basmaktadır. Bugünün FDP’sinin lugatında“sosyal adalet“ sözcüǧü yoktur. „Özgürlük“ işverenlerin ve bireyin özgürlüǧüdür FDP için. Toplumu ve bireyleri korumak ve eǧitici amaçla yönlendirmek için de olsa yasak olmamalıdır – çevreyi ve iklimi korumak için mesela. Devlet mümkün mertebe geriye çekilmeli, kâr güdümlü girimciyi ve büyük şirketleri kısıtlamamalıdır. Parti, iklim ve çevre sorununun da bu şekilde, ve bunun yanısıra dijitalleşmenin ve teknolojinin gelişirlimesiyle – yine kâr amaçlı olması şartıyla, tabii – önüne geçilebileceǧini öngörüyor kendince.
Yani, liberal derken, FDP baştan aşaǧı neoliberal bir ajandaya sahip.
Yeşiller – Bündnis ’90 / Die Grünen
Bunlara 1980 başlarında kurulan nükleer (hem silah hem enerji) karşıtı ve çevreci Yeşiller eklendi. Yeşiller , 1983’te federal meclise girmeyi başardılar ve barış hareketinden gelen milletvekilleri meclis tribünlerinin en solunda yerlerini aldılar. Berlin Duvarı yıkılıp Almanyalar birleştikten sonra da, eski doǧu Alman Yeşilleri „Birlik 90“ ile birleşip, Birlik ’90 – Yeşiller’i kurdular. Bu isimle de 1998 – 2005 arası Gerhard Schröder (SPD) başkanlıǧında ikili koalisyonun küçük ortaǧı olarak hükümrz tecrübesi de edinme fırsatları oldu. Oldu ama… Yeşiller’in sol kimliǧone derince bir çizik atıldı: Yeşiller’in o zaman en asilerinden Joseph (Joschka) Fischer dışişleri bakanı olmuş ve anti-nükleer kimliǧi gereǧi ABD’ye ilk ziyaretinde NATO’nun nükleer ilk vuruş stratejisini eleştirerek, ABD’nin bundan vazgeçmesi gerektiǧini istedi – ve ondan sonra ne olduysa … Yeşiller’in o barış yanlısı politikası Fischer ile 180 derece tersine döndü! 1999 Kosovo Savaşı’dan başlayarak kendilerini kayıtsız şartsız NATO’nun ve ABD’nin yanında buluverdiler. Șimdi Yeşller, seçim proǧramında savunduǧu „sosyal-ekolojik pazar ekonomisi“ ile solcu zamanlarından miras kalan eşitlik söylemiyle parti yelpazesinin tam ortasında sayılabilir.
Ama çevre ve iklim korumacı söylem artık yavaş yavaş Yeşiller’in tekelinden çıkmaya başladı. Özellikle son sel felaketinden sonra -meclisin radikal saǧ partisi AfD dışında (bak aşaǧıda) çevre koruyucusu olmayan parti yok. Bu tabii ki iyi bir gelişme. Benim dikkat çekmek istediǧim yer, burada da bir benzeşmenin başlamasıdır. Yeşiller’in çevreci profillerini daha ne kadar koruyabileceklerine bakar.
Yeşiller’in adayı Annalena Baerbock’ta NATO’ya baǧlılık vaadiyle yola çıktı. Baerbock’un eǧer özgeçmişine „makyaj“ yaptıǧı (bunu kendisi de kabul etti), yüklü yan gelirleri hakkında meclis idaresine geç ve eksik bilgi verdiǧi ve yayınladıǧı kitabında alıntı yaptıǧı iddiası ortaya çıkmasaydı, Almanya’nın ikinci kadın başbakanı olabilirdi belki. Bu, büyük bir güven kaybına yol açtı. Seçim tarihi yaklaştıkça başbakalık iddiasından vazgeçtiǧi açıkça gözlemleniyordu Baerbock’un. Yeşiller onunla 2021’de yüzde 14,8 oy oranıyla 2017 yılının seçimlerinden yüzde 6 daha fazla oy aldı, ama aradaki yıllarda Yeşiller kamuoyu yoklamalarında yüzde 20yi bulabilmişti. Küresel ısınmanın varolduǧunun işaretleri, negatif etkileriyle tüm dünyada ön plana çıkmış, seller, orman yangınları, kuraklıklar yıkıma ve can almaya başlamıştı. Bütün dünyada başta gençler ve çocuklar olmak üzere milyonlar sokaklar dökülmüştü ve küresel ısınmaya karşı bir şeylerin yapılması, çevrenin ve geleceǧin korunması için haykırıyordu. Zaman Yeşiller’in zamanı olmalıydı. Fakat olmadı. Bu yüzden seçim sonuçları oy artışına raǧmen Yeşiller için koca bir yenilgi sayılmalıdır. Yine de Yeşiller batının büyükkentlerini ve metropollerini artık fethetti ve gençlerin büyük bir bölümünü kendine doǧru yönlendirmeyi başardı.
Sol Parti – Die Linke
NATO’ya baǧlılık şöyle dursun, NATO’nun artık miyadını çoktan doldurduǧunu ve aslında zaten hiç kurulmamış olması gerektiǧini savunan tek parti, Sol Parti, Die Linke. Bu parti, eski sosyalist bloǧa dahil olmuş olan Doǧu Almanya’nın, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin mirası – saǧ ve ortanın saǧındaki Sol Parti karşıtları „artıǧı“ olarak ta nitelendirirler –, o zamanın tek iktidar merkezi SED’den evrilegelmiştir.
Eski SED, Demokratik Sosyalizm Partisi PDS olarak 1998 federal meclis seçmlerinde ilk defa %5-barajını %5,1 ile atlamış, meclise girmiştir. Sonra Linkspartei.PDS olarak siyasi sahnede yer edinmiş, daha sonra da çoǧunluǧu SPD’nin emekçi karşıtı politikaları yüzünden (başta Almanya’yı Avrupa’nın en geniş düşük ücretli çalıştırılanlar sektörü haline getiren Agenda 2010 olmak üzere) SPD’den kopan Batı Alman sosyalist solcularının toplandıǧı WASG ile Haziran 2007’de birleşmesi sonucu Die Linke oluşmuştur.
Son seçim kampanyasında da sosyal adaletin gereǧine vurgu yapmış (asgari ücret, gelir daǧılımı adaleti, varlık vergisinin yükseltilmesi, sosyoökolojik çevre ve iklim politikaları vs.) – ve „savunma“ sanayii harcamalrının kısıtlanmasını savunmuştur.
Merkel hükümeti daha ABD başkanı Donald Trump iktidarde iken „savunma“ harcamalarını 2002’de Prag’ta alınmış olan NATO kararına uyarak GSMH’nın % 2 sine çıkaracaǧını teyit etmişti.
Kampanya esnasında Die Linke diǧer partiler tarafından NATO karşılıǧına işaret edilerek sistematik olarak dışlandı. Asla „kırmızı (SPD) – kırmızı (Die Linke) –yeşil (Bündnis 90/ Die Grünen)“, yani sol bir koalisyon – Berlin eyaletinde 2016’da beri olduǧu gibi – federal düzeyde oluşmamalıydı! Başarıldı. Bırakınız koalisyon kurmayı, Die Linke %4,9 la neredeyse meclise giremeyecekti bile. Alman seçim sisteminin çok tartışılan direkt seçilmiş olan adaylara tanınan öncelikli bir düzenleme sayesinde (bir fırsatta bunu da ayrı bir yazıda ele alacaǧım) Die Linke zar zor mecliste yine yer alabilecek. Die Linke’nin oy kaybı sadece diǧer partilerin dışlamasına indirgenemez. Ama bunu da burada irdelemek yazının çerçevesini zorlayacak.
Almanya için Alternatif – AfD
Hasılı, federal meclisin en soluna Die Linke oturmuşken, en saǧına da nitekim 2013’ta kurulan Almanya için Alternatif, AfD, yerleşecekti. AfD, Almanya’nın Almanların olduǧunu düşünen ve hırslı bir göçmen ve yabancı düşmanlıǧı güdüsüyle siyaset yapan, ülkenin Avrupa Birliǧi’nden çıkmasını, Avro’nun kaldırılıp tekrar eski milli para birimine, yani DM’ye (Deutsche Mark), geçilmesini isteyen, Çin ve Rusya ile iyi geçinilmesinin Almanya menfaatlerine daha uygun olduǧunu savunan, ama aynı zamanda yaman bir çelişki halinde kararlı bir NATO taraftarlııǧı sergileyen , bir yandan fakir ve emekçiden yana gözükürken, diǧer yandan parti programında keskin bir neoliberalizmi sözcülüǧünü yapan AfD, son seçimlerde oyların %10,3 ünü alarak 2017’e göre yaklaşık %2 oy kaybıyla yine federal meclisin en saǧında yerini aldı.
Ama gel gör ki, „takım elbiseli Naziler“le hiç bir parti koalisyon kurmak istemiyor. Görünürde. Orta saǧın partisi CDUdolaylı yollardan aşırı saǧın oylarından faydalanmak istedi ve partinin saǧ kanadının en ucundan Anayasayı Koruma Eski Başkanı Hans-Georg Maaßen’i Thüringen’in seçim bölgesinde sahaya sürdü, ama başarılı olamadı. AfD son eyalet seçimlerinde Almanya’nın üç doǧu eyaletinde – Saksonya, Saksonya-Anhalt ve Thüringen’de – çoǧunluǧu ele geçirmiş durumda.
CDU – Hristiyan – Demokrat Birliǧi ve hristiyanlıǧın izleri
Gelgelelim Federal Almanya’nın ilk başbakanı Konrad Adenauer’in partisi hristiyan demokrat CDU’ya. Gerçi parti isminin başında „hristiyan“ anlamına gelen „christlich“ bugünün seçmeni için dini açıdan partinin ilk yıllarındaki ifadesini yitirdi. Partiye her dinden insan üye olabilirken, parti üyesi hristiyanlarda da din oldukça nadir, neredeyse hiç ön planda olmuyor.
Din Almanya’da farklı nedenlerden dolayı genel olarak önemini ve anlamını yitirmekte. Kiliselerden çıkışlar giderek artıyor. Bunda özellikle katolik kilisesinde onyıllar boyunca yaşanmış olup, sonradan ortaya çıkan cinsel istismarlar, kilisenin duruma kayıtsızlıǧı ve bunun ötesinde katolik kilisesinin bir türlü deǧiştirmek istemediǧi son derece hiyearşik ve cinsiyetçi yapısı da etkili oldu.
Yani bizim Türkiye’de özellikle son 20 yıldır aşina olduǧumuz ve mevcut siyasi iktidarın, iktidarını kaybetme korkusuyla had safhaya erşen din istismarıyla siyasi puan toplayabilme koşulları, Almanya’da ortalıktan kaybolmakta, daha doǧrusu kendi kendini yoketmekte, diyebiliriz. Hoş, bu gelişmenin benzeri, yani dinin toplumu dizayn e etme kuvvetinin erimesi, Türkiye’de de yavaş yavaş ta olsa kendini göstermekte. Ama bu ayrı ve derin bir konu. Bir fırsatta ele alacaǧım.
İktidar partisi CDU’nun başbakan adayı – Armin Laschet
Peki CDU bu seçimlerde ne yaptı? Parti yönetimi tabanının başbakan adayı olarak kabul etmekte zorlandıǧı bir adayı, Nordrhein -Westphalen eyaletinin başkanı Armin Laschet’i yarışa sürdü. Karşısında onun yerine aday olmak için karşısında epey direnen, Laschet’e destek olacaǧı yerde her fırsatta kendisini öne çıkaran bir Bavyera Eyalet başkanı vardı – Markus Söder. Aynı zamanda parti tabanınında tercihi, bu isimden yanaydı. Laschet, Federal Almanya hükümet başkanlıǧına bir türlü yakıştırılamıyordu.
Nihayet Armin Laschet’in Aǧustos’ta yaşanan sel felaketinden sonra Angela Merkel ile birlikte gittiǧi felaket bölgesinde, sanki annesiyle beraber panayıra çıkmış olan bir çocuk gibi gülücükler saçan, neşeli bir Laschet’i gösteren fotoǧraf kayıtları işi bitirdi. Ciddiyet ve 200e yakın insanın öldüǧü yerde matem ve şefkat göstereceǧi yerde – gülmüştü! Alman halkının gözünde Armin Laschet artık bir başbakan özelliklerine sahip deǧildi, olamazdı! O kareden sonra Merkel’den de fazla destek göremedi. Sonuç: CDU 26 Eylül 2021’de sandıkta tarihinin en büyük yenilgisini yaşadı: % 24,1 ile SPD’nin 1,6 puan altına düştü. 2017 seçimlerine göre neredeyse %9 oy kaybına uǧradı!
Hangi koalisyon? Ve ne zaman?
Yeşiller’in adayı Annalena Baerbock ile CDU’nun adayı Armin Laschet kendi kendilerini bu şekilde ofsayta düsürdükten sonra seçimlerin galibi % 25,7 ile Olaf Scholz ve SPD oldu. Sosyaldemokratlar son haftalarda başarılı bir kampanya yürüttüler, bunu teslim etmek lâzım. Dolayısıyla hükümer kurma görevi ona verilmeli … derken , oyların %24,1i ile ikinci gelen Hristiyan Demokratlar’ın (CDU/CSU) adayı Armin Laschet hemen aynı akşam iktidara talip olduǧunu resmen açıkladı !
„Birinci parti SPDye bu şekilde meydan okuma cesaretini CDU adayı Laschet nereden alıyor?“ diye sorana şöyle bir cevap verilebilir: Bügüne bugün kendilerini „Volkspartei“ (Türkçe’ye kitlesel niteliǧi göz önünde tutarak bunu „halk partisi“ olarak çevirebiliriz) sayan SPD ve CDU yanyana eridiler. Önce SPD, CDU’yla kurduǧu büyük koalisyonlarda kann kaybetti ve 2017 seçimlerinden %14 lere kadar düştü. Șimdi ikiside eşit seviyeye geldiler. Tarihte %30-40 lara varan oy oranlarını ikisi de artık bir mucize olmazsa göremeyecekler. Acaba Laschet, yeniden bir büyük koalisyonun bu sefer küçük ortaǧı olarak yine ve yeniden iktidar olmayı mı hedefliyor? Aritmetik olarak mümkün. Bunun dışında CDU’nun bir çok konuda hemfikir olduǧu ve %11,5 oy oranı ile kendilerini Yeşiller’le istikşafi görüşmelere hazırlayan liberallere de göz kırpmakta.
2000 li yıllardan başlayarak bugüne kadar CDU-Yeşiller koalisyonları da Almanya’nin Köln veya Hamburg gibi bir çok kentinde, Hessen ve Baden-Württemberg eyaletlerinde kuruldu. „Siyah-yeşil ve liberallerin sarısı da eklenince, güzel bir Jamaika-Koalisyonu kurarız“, diye de hayal ediyor olabilir Laschet.
Yani, CDU’nun matematiksel açıdan koalisyon kurma şansı var. Ama hem CDU’nun içerisinden hem de seçmenlerden böyle bir adıma şimdiden büyük bir tepki geliyor. Böyle büyük bir hezimete uǧrayan bir partinin iktidar hevesi yersiz görülüyor. Üstüne üstlük partiyi bu yenilgiye sürükleyen figürün, yani Armin Laschet’in siyasi sonunun da gelmesi gerektiǧi konuşuluyor.
Bunu gören FDP’nin, yani liberallerin genel başkanı Christian Lindner’in 2017’de düştüǧü hatanın aynısını tekrarlamayacaǧı kanaatindeyim. O zaman ne olmuştu? 2017 seçimleri sonrası yine Lindner FDP için CDU ve Yeşller’le görüşmüştü. Ama görüşmelerin son kertesinde „Yanlış hükümet etmektense hiç hükümet etmemek daha iyidir“ („Es ist besser, nicht zu regieren, als falsch zu regieren.“) diyerek görüşmelerden geri çekilmişti. Bu davranış, Christian Lindner’in sorumluluk almaktan kaçındıǧı eleştiri ve yorumlarına yol açmıştı. Dört yıl sonra Lindner, sonu hüsranla bitme ihtimali yüksek olan görüşmelere yanaşmayacaktır. Bunun yerine Yeşiller’le birlikte bir SPD-FDP-Yeşiller’in „trafik lambası koalisyonuna“ (yani kımızı – sarı – yeşil’e) doǧru istikşafi görüşmelerine başlayacaktır. Olaf Scholz’un da belirttiǧi gibi SPD’nin de favorisi bu yönde.
Almanya’nın yedi farklı koalisyon seçeneǧi var. Bunların arasından azınlık hükümeti çıkarabilecek olanları ve içinde CDU olanları çıkarırsak, tek gerçekçi koalisyon seçeneǧi kalıyor: SPD – FDP- Yeşiller üçlü koalisyonu.
Seçim sonuçları benim de içime sinmedi. En azından benim tercihim olan koalisyona en yakını bu.
Seçimlere katılım oranı yüzde 76,6 ile 2017’den sadece yüzde 0,4 kadar daha fazla. 1970lerin katılım oranları yüzde 90ları buluyordu.
Partilerin çoǧalmasıyla ve çeşitlenmsiyle katılım oranı ne derece baǧlantılı, bu soruyu spiontane cevaplamak tabii ki zor. Ama yoklamalara göre Alman seçmenlerin yine büyük bir çoǧunluǧu seçim sonuçlarından hiç memnun olmadıklarını ve koalisyon görüşmelerinin çok uzun sürmesinden korktuklarını söylemişler. Bence korkmayalım, çünkü SPD, Yeşiller ellerini çabuk tutacaktır.
CDU’nun tepkilere dayanamayarak muhalefet rolünü kabul edeceǧini ve hâlâ neden başbakan adayı olması istenmiş olduǧunu anlayamadıǧım Armin Laschet’in istifa edeceǧini ya da ettirileceǧini düşünüyorum. Çok yazık oldu ona. Halbuki 1998/99 yıllarında CDU’nun şiddetle karşı çıktıǧı Türkiye kökenli göçmenlerin çifte vatandaş olabilmesini tartışmaya açtıǧı ve imza kampanyası başlattıǧı zamanlardan bugüne kadar Armin Laschet çifte vatandaşlıǧı savunmuştu. O günlerden beri ona özel bir sempatim var. Ona göre olmayan bir makam için yarışa sürüklenerek yakılmayı hakketmediǧini düşnüyorum.
Onaltı yıllık Merkel dönemi artık bitti. Olaf Scholz, Merkel’in devamı olduǧuna Almanları inandırabildiǧi ve „merkelleştiǧinin“ garantisini verdiǧi için seçildi. Scholz, seçmenlere 2017’nin koalisyon sancılarını yaşatmamaya gayret edecektir – hükümetin kurulması altı ay sürmüştü ve SPD istemeye istemeye CDU ile koalisyona evet demeye zorlamıştı kendini. Kanaatimce bu sefer SPD uzatmadan, ne Alman halkını ne de dış dünyayı bekletmeden hükümeti kuracaktır.
Schreibe einen Kommentar